1 Şubat 2016 Pazartesi

Seher Aksel Aytaç

İlk kadın makinist


1969 yılında İstanbul’da doğdu. 3 kız, 4 erkek olmak üzere 7 kardeşler. İlkokulu Küçükköy’de, orta ve lise’yi Mecidiyeköy Lisesinde okudu. Üniversiteyi Yıldız Üniversitesi Meslek Yüksekokulu Demiryolu İnşaat ve İşletmeciliği bölümünü bitirdi. 1990 yılının Şubat ayında TCDD de 1.Bölge Müdürlüğüne bağlı Haydarpaşa Loko Bakım Atelye Müdürlüğünde makinist olarak işe başladı. Çalışma ortamının erkeklere göre düzenlenmesi nedeni ile yaşadığı zorlukları aşamayan Makinist Seher unvan değişikliği yaparak teknik eleman olarak büroda çalışmaya başladı.  KPSS ye cinsiyeti «erkek» olarak başvurmuşturBu nedenledir ki Seher Aksel ve Hülya Çetin TCDD'nin ilk bayan makinistleri olarak tarihe geçmese de KPSS de gerekli düzenleme yapılmadığı takdirde TCDD'deki son bayan makinistler olarak anılmaya devam edecektir.

 "Dünya Ekonomik Forumu"nun hazırladığı "Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği" endeksine göre Türkiye'nin 2007 itibariyle kadın istihdamında 128 ülke arasında 123. sırada yer aldığı belirtildi.Kadınların iş gücüne katılımındaki bu düşüklüğün Türkiye'de fiili kadın erkek eşitliğinin sağlanması ve sosyoekonomik kalkınma yolunda en büyük engellerden biri olduğu belirtildi.Resmi istatistiklere göre Türkiye'de bir kadının günde ortalama 5 saatten uzun bir süreyi hane halkı ve çocuk bakımına ayırırken bu süre erkekler için bir saatin altındadır.
Türkiye'de çocuk ve yaşlıların bakım hizmetinin kadınların ücretsiz emeği üzerinden çözümlenmekte olması nedeniyle kadınların ücretli çalışan olarak işgücüne katılımları engellenmektedir.
Kadınların istihdama katılabilmeleri özellikle erkeklerin egemenliğinde olan iş kollarında görev yapabilmeleri ve yükselebilmeleri için öncelikle; Bakım hizmetlerini kadınların görevi sayan ataerkil çağ dışı zihniyet terk edilmelidir.
 Başta çocuk bakımı olmak üzere bakım hizmetleri konusunda gerekli yasal ve kurumsal düzenlemeler geliştirilmeli aile içinde kadın-erkek arasında sorumluluk paylaşımı sağlanmalıdır.
Kadınların da faal unvanlarda çalışacakları düşünülerek iş yerlerinde yatakhane, tuvalet, banyo gibi gerekli düzenlemeler yapılmalıdır.
 Atamalarda siyaset değil liyakat birinci derecede önemli olmalıdır. İşyerinde cinsel taciz önlenmelidir.
Sözün kısası bu düzen böyle giderse demiryollarında da başka işkollarında da kadının adı duyulmaz... Kadının adı duyulmazsa, iki cins yan yana ve omuz omuza mücadele etmezse yarınlarda bugünden farklı olmaz...





27 Ocak 2016 Çarşamba

Prof. Dr. Fazıla Şevket Giz

İlk Kadın Profesör: Prof. Dr. Fazıla Şevket Giz


1903′de İstanbul’da doğmuştur. İlk öğrenimini özel olarak yaptıktan sonra Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’nden 1922′de mezun olmuştur. Yüksek öğrenimini Amerika Mount Holyobe Üniversitesi’nde yaparak buradan 1927′de mezun olmuştur. Türkiye’ye döndükten sonra 1927-1933 tarihleri arasında Arnavutköy Kız Koleji’nde Biyoloji öğretmenliği yapmıştır. 1933 Üniversite Reformu’ndan sonra İ.Ü. Fen Fakültesi’nde Hayvanat Doçenti olarak görev almıştır. 2 Mayıs 1941′de yapılan doçentlik imtihanında başarılı olmuştur.

25 Nisan 1944 tarihli kararla kendisine Hayvanat Enstitüsü profesörlüğü verilmiştir. Pek çok kaynakta kendisinin ülkemizin ilk kadın profesörü olduğu belirtilmektedir. Enstitü direktörü Ord.Prof.Dr. Kosswig’in görevinden ayrılması üzerine 4 Ocak 1955′ten itibaren Genel Zooloji Enstitüsü’ne direktör olarak tayin edilmiş, sağlık sebeplerinden dolayı bu görevinden 1958′de istifa etmiştir. 19 Haziran 1961′de getirildiği Hidrobiyoloji Araştırma Enstitüsü Direktörlüğünden de yine sağlık sebepleriyle 1964′te ayrılmıştır. 1 Mart 1972′de emekli olmuştur. 1981 yılında vefat etmiştir.

TIKLAYINIZ!
İstanbul Üniversitesi BİYOLOJİ


17 Ocak 2016 Pazar

Sabahattin Ali'den Kadınlar üzerine...

"Kadın bir erkeğe varmaz, kadın bir erkeğe verilmez ve bir erkek bir kızı almaz, (almak, vermek) bu tabirler kadını kıymetten düşüren, ona ahkar (en hakir) mahiyeti veren şeylerdir ve her şeyden evvel bu zihniyeti kadınlarımız kafalarından çıkartmalıdır..
Bilmelidirler ki iki cins birbirleriyle hayatlarını birleştirirken yuvaya getirdikleri aynı kıymette şeylerdir ve koca mal sahibi değil, ortak, hayat ortağı demektir.
Bu hukuk müsavatı kadınlarımızın şuurunda yer ettikten sonra onların kuvvetli ve hakiki bir insan olmak için dimaği ve fikri sahada da yükselmek isteyecekleri tabiidir.
Memleketimizin kadın ve erkeklerini, biri diğerini sürükleyen ve taşıyan değil, el ele ve aynı tempoda yürüyen iki mahluk olarak göreceğimiz günün uzak olmamasını dilerim. bu kadar efendim."

17.10.1932'de yazmış Sabahattin Ali bu satırları.



 Anlıyoruz ki Sabahattin Ali'ye salt bir edebiyatçı gözü ile bakmak büyük hata olur! O büyük bir aydın. Çünkü aydın kimseler ortak bir payda içinde yaşadığı insanları ileriye götüren, toplumu iyi anlamda geliştiren kimselerdir. Ve Sabahattin Ali, kadınlar üzerine yazdığı yazı ile aydın kimliğini bir kez daha gözler önüne sermiş.

Emel Gazimihal

''Türkiye’nin ilk kadın haber spikeri''


Türkiye'de ilk radyo yayını, 6 Mayıs 1927 tarihinde, Sirkeci Büyük Postane'de yapıldı. Henüz kimsede radyo alıcısı olmadığı için, her akşam postane binasının kapısının üzerine yerleştirilen hoparlörler aracılığıyla yayın halka duyuruldu.ilk radyo spikeri, Gazi Sadullah Bey (Evrenos)'dir. Radyo'da yapılan ilk anons şöyleydi: "Alo, alo muhterem samiin, burası istanbul Telsiz Telefonu 1200 metre tul-i mevç, 250 kilosaykıl... Bugünkü tecrübe neşriyatımıza başlıyoruz."Sadullah Evrenos'tan sonra Mesut Cemil hem spiker hem de saz sanatkârı olarak, Eşref Şefik özellikle spor müsabakalarını anlatmak için radyoda göreve başladılar.Türkiye'nin ilk kadın spikeri, 1937'de Ankara Radyosu'nda göreve başlayan Emel Gazimihal'dir. Atatürk'ün isteğiyle eğitim için BBC'ye gönderilen Gazimihal, II. Dünya Savaşı yıllarında dünyada savaş haberlerini okuyan ilk kadın spikerdi.



Radyo Mecmuası - Emel Gazimihal





Emel Gazimihal; 1937 yılında başladığı spikerlik yıllarında gene birçok aksaklıktan söz ediyor: "Gece saat 11, ben haberleri okuyorum. Çok heyecanlı bir haberdi harp hakkında. Bir aralık ben konuşurken tıkır tıkır bir şeyler oluyor. Susup etrafıma bakıyorum, ses kesiliyor. Hoparlörün arkasına rahatlıkla bir insan saklanabilirdi. Ben haber okuyorum, tıkırtı devam ediyor, ben susuyorum, tıkırtı kesiliyor. Heyecanlandım. Plakları da biz kendimiz çalardık, altında da küçük bir kâğıt sepeti. İçinde de bir fındık faresi... Düşünün ben fareden korkan birisi olmuş olsaydım ve heyecanla bağırmış olsaydım... düşünün artık Türkiye'nin halini... tasavur edebilirsiniz, tam savaş sırası... işgale mi uğradık diyeceklerdi." Özellikle canlı yayınlardaki "aksilikler" ilgi çeken bir tema olarak beliriyor. Ancak radyodaki disiplin, hatta "korkunç disiplin" çeşitli aksiliklere eşlik eden bir tema. Bir kanun sanatçısının dediği gibi, "Müdür beyin merdivenlerinden çıkamazdık, koridorda elimizde sigara dolaşamazdık, gene de memnunduk, disiplin olan yerde memnuniyet olması lazım." Nitekim sonuçta "sevgi" her şeyi tatlıya bağlıyor. Emel Gazimihal, başka birçok eski radyocu gibi, yenilere şu öğütü veriyor: "Ancak bu mesleği çok severseniz, bu işi yapınız. Eğer sevmezseniz bu meslekte muvaffak olunamıyor."








14 Ocak 2016 Perşembe

Semiha Es

Semiha Es, sadece Türkiye'nin değil dünyanın ilk kadın savaş foto muhabiri.





1912 yılında Vefa'da dünyaya gözlerini açan Semiha Hanımın babası Fransızlara ait bir yolcu vapurunda bilet memurudur. Çat pat bildiği Fransızcayı çocuklarına da öğretmiştir. Semiha Hanım 15 yaşına geldiğinde eve destek olabilmek adına Fransızlara ait bir telefon santralinde çalışmaya başlamıştır. O yıllarda Cumhuriyet Gazetesi bir güzellik yarışması düzenler. Gazeteci Abidin Daver, Semiha Hanımın babasının arkadaşıdır. Semiha Hanım'da bu yarışmaya katılmak ister. Katılmak için gazeteye gider fakat yaşının küçük olmasından dolayı yarışmaya katılamaz. O sırada bir mülakat için genç gazeteci Hikmet Feridun Es de oraya gelmiştir. 




Bu aşk Semiha’nın ailesinden habersiz başlar ve tüm şiddetiyle devam eder. Bir gün annesi Semiha’ya çok zengin, fabrikatör bir kısmet bulur. O dönemde kimsenin arabası yokken adamın arabası vardır. Annesi sevinçle konuyu Semiha’ya açar. Semiha bir şey demez, koşarak evden çıkar. Soluğu Hikmet Feridun Es’in yanında alır. Durumu anlatır. Hemen iki şahit bulup evlenirler. Semiha eve dönüp, ailesine “Ben evlendim” der. Aile bir şey söyleyemez... 

Çocukluğunda çektiği maddi sıkıntı evliliğinde de sürer. Eşi gazetecidir ve onları refah içinde yaşatacak bir aylığı yoktur. Kendisi de çalışmadığı için bu aylıkla kıt kanaat evi geçindirmeye çalışırlar. Oysa Hikmet Feridun Es, 1950’lerde Hürriyet Gazetesi okurlarının ayağına dünyayı getiren neredeyse tek kişidir. O kadar önemlidir ki; haber yapmak üzere uçağa binerken çekilen fotoğrafı, “Hikmet Feridun Es yeni haberler yapmak için uzaklara gidiyor” başlığıyla gazetenin birinci sayfasından duyurulmaktadır.


 İşin bir de diğer tarafı vardır. Her yolculuk sevgili eşine özlem demektir. Sonunda Feridun Bey karar verir; eşine fotoğraf çekmeyi öğretecektir ve onu da yanında götürecektir. O röportaj yapacak, eşi Semiha Hanım ise fotoğraflayacaktır. Ve o karar anından sonra Hikmet Bey’in yanında artık daima sevgili eşi Semiha Es de vardır. Semiha Hanım fotoğraf makinasına da yarım yüzyıl sürecek bir sevdayla bağlanır, elinden bırakmaz... 
Önce birlikte Hollywood’a giderler. Bir rüya gibidir Hollywood. Hikmet Bey zamanın bütün ünlüleriyle röportaj yapar, Semiha Hanım da onları fotoğraflar. Kimler yoktur ki o fotoğraflarda... Mesela o günlerde ünlü bir aktör olan, daha sonra ise Amerika Birleşik Devletleri Başkanlığı yapan Ronald Reagan onun objektifine takılanlardan sadece biridir... 



Ama hayat Hollywood’la sınırlı değildir. Dünyanın öbür ucunda bir savaş yaşanmaktadır: KoreSavaşı. 25 Temmuz 1950’de dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın başkanlığında toplananBakanlar Kurulu’nda Kore Savaşı’na katılmak üzere 4 bin 500 kişilik silahlı birliğin Birleşmiş Milletler emrine verilmesi kararlaştırılır. Hürriyet Gazetesi savaşı görüntülemesi için Semiha Es’i görevlendirir. 


Semiha Es 1950- 53 yılları arasında Kore Savaşı’nı eşi Hikmet Feridun Es’le birlikte cepheden izler. Onun çektiği fotoğraflar gazete okurları tarafından heyecanla beklenir. Cephede eşi Hikmet Bey’le birlikte asker kıyafeti giyer. O hiç diğer kadınlar gibi giyinip süslenemez. Karargahlarda, elçiliklerde verilen davetlere diğer kadınlar süslü püslü katılırken o yine asker pantolonuyla katılır. Savaşın tam ortasında askerlerle dirsek dirseğe görev yaparlar. Yüzlerce ölü görür ve onları fotoğraflar. Ölü dolu kamyonla seyahat etmek zorunda kalır. Silah ve bomba yüklü sandıkların üzerinde yolculuk yapar. Hastaneye yaralıları taşır. Hatta gün gelir, kendisini öldürmek isteyen yaralı bir askeri bile hastaneye taşıdığı olur. Geceleri ise bir çadırda kıvrılır, giysileriyle uyur. 


Semiha Es’e o günleri hatırlattığımızda, “Peki ne hissediyordunuz; korkmadınız mı?” diye sorunca, “Ben korku nedir bilmiyordum. Hiç korkmadım” yanıtını verdi ve ekledi: “Sonra Vietnam Savaşı’na da gittim. Vietnam, Kore’den de korkunç bir savaştı. Tam bir cehennemdi.” Ve ardından gözleri uzaklara dalıp dünyaya şu mesajı verdi: “Savaş çok korkunç. Dünyada savaşlar olmamalı!” 



Birlikte dünyayı dolaşıyorlar, Hikmet Bey gördüklerini yazıyor, Semiha Hanım da fotoğraflıyordu. O zaman televizyon yoktu, dünyayı Türkiye’nin ayağına getirdiler. Kah Pasifik Adaları’nda, kahAfrika ormanlarında yamyamlar arasındaydılar. Macera bitmiyordu. Ta ki; Hikmet Feridun Es hastalanıncaya kadar. Hikmet Bey’in tüm iç organları iflas eder. 3 ay ömür biçerler. Semiha Hanım onu hastaneye göndermez, büyük bir itina ile evde kendisi bakar. Gece ve gündüz başından hiç ayrılmaz. Hikmet Bey beş yıl yaşar. Hayatının 70 yılını birlikte geçirdiği biricik eşi Hikmet Feridun Es’i 1992 yılında kaybeder Semiha Es. Şimdi ondan her söz edişte ağlıyor. “Nasıl bir aşktı?” diye sordum, “Hikmet’i çok sevdim” demekle yetindi. Semiha Es 9 yıldır yalnız yaşıyor. Apartman görevlisi Gazi Bey ve eşi onunla ilgileniyor. Semiha Hanım bir süre önce, kendisine çok iyi baktığı için tek mal varlığı olan evini Gazi Bey’e bırakacağını açıklamıştı. Semiha Es sıradışı bir kadın oldu hep. Hayatı da sıra dışı yaşadı. Dolu dolu yaşadığı 100 yıla dünyayı sığdırdı... 

Aşağıdaki başlığa tıklayarak sempozyum dökümanlarına ulaşabilirsiniz.





11 Ocak 2016 Pazartesi

Feriha Tevfik

''Feriha Tevfik; Atatürk'ün İsteğiyle Yapılan Yarışmayı Kazanarak İlk Türkiye Güzeli''


Tam adı Feriha Tevfik Negüz'dür. 1910 yılında İstanul'da doğmuştur.  1926 yılında Türkiye'nin ilk güzellik yarışmasını ''İpek Film Şirketi'' düzenlemiştir fakat bu yarışma ciddiye alınır bir tavırla organize edilemediği için fiyasko ile sonuçlanır ve herhangi bir şekilde sonuca varılamaz. Hükümet, 1929 yılında tekrar Türkiye topraklarının en güzel bayanını seçmek için girişimlerde bulunur. Hatta Atatürk'ün bu yarışmanın düzenlenmesi için özel emirler verdiği söylenmektedir. Bu yarışmanın düzenlenmesine aracılık edilecek kurum seçilir ve bu kurum ''Cumhuriyet Gazetesi'' olarak açıklanır. 4 Şubat 1929 günü Cumhuriyet gazetesinde şöyle bir ilan yer alır; "Bütün dünyada güzel kadınlar seçilir ve memleketlerinin güzelik kraliçesi intihap edilirken, bizim böyle bir kraliçemiz niçin olmasın? Türkiye'nin en güzel kadını acaba kimdir?". Aradan iki gün geçer ve asıl niyet gazetede açıklanır.  "Türkiye'nin güzellik kraliçesini bulmaya karar verdik..." 16-25 yaş arasındaki hanımlar arasında mühim ve ciddi bir müsabaka yapılacaktır.''Yarışmanın ilk elemesi halk tarafından yapıldı. İlk fotoğraf  7 Martta yayımlanır. Aday fotoğraflar ülkenin gündeminde de ciddi bir yer bulur. Fotoğrafların yanında bir yazışma sütunu ortaya çıkar ve giderek büyür. Bir kadın okur şöyle yazar: "Erkekler kadın güzelliğinden anlamaz!" Sonunda yüz yirmi beş güzelin fotoğraflarının yayınlanışı 21 Haziran 1929 tarihinde tamamlanır. Sıra okuyucuların oy vermesine gelmiştir. 1 Ağustosta açıklanan sonuçlara göre, bin yüz yirmibir oyla Mualla Suzan birinci seçilmiştir.  Feriha Tevfik ise 721 oyla on birinci sırada yer almaktadır. Gazete dört yüzün üzerinde oy alan kırk sekiz yarışmacının büyük jüri önüne çıkmasına karar verir. 2 Eylül günü güzeller büyük jüri önüne çıkar.

 


 Yarışma Cumhuriyet gazetesinin üst katında yapılır. "Orta boylu, kıvırcık lepiska saçlı, altın gözlü, beyaz tenli, zarif endamlı, beyaz krep satenden bir elbise giymiş olan"  Feriha Tevfikbirinci seçilir. İkincilik Semine Nihat Hanım'a, üçüncülük ise 1926'da düzenlenen ilk güzellikl yarışmasında birinci olan Matmazel Araksi'ye verilir. 

Türkiye'nin ilk güzellik kraliçesi seçilmesi doğal olarak Feriha Tevfik'in yaşamını değiştirir. Önce filmlerde rol alır, ardından tiyatroya geçer. Üç kez evlenir. 1939'da bir daha dönmemek üzere, perde ve sahneden uzaklaşır.  Bu ayrılışın ayrıntıları üzerine hiç konuşmaz, sadece kırgın olduğunu söyler. 22 nisan 1991'de beyin kanaması sonucu yaşamını yitirir. Feriha Tevfik'in ölümüyle Türkiye'nin ilk güzeli ve anıları çok uzaklarda kalan bir yıldız daha söner.



Oynadığı bazı filmler

  • Bir Kavuk Devrildi ``1939``
  • Tosun Paşa ``1939``
  • Allah'ın Cenneti ``1939``
  • Aysel Bataklı Damın Kızı ``1935``
  • Milyon Avcıları ``1934``
  • Leblebici Horhor Ağa ``1933``
  • Karım Beni Aldatırsa ``1933``
  • Bir Millet Uyanıyor ``1932``
  • Kaçakçılar ``1929``





10 Ocak 2016 Pazar

Afife Jale

Afife Jale; Türk oyuncu. Sahneye çıkan İlk Türk Müslüman kadın oyuncudur.

1902 yılında İstanbul Kadıköy'de doğan Jale, İstanbul Kız Sanayi Mektebinde eğitim gördü. Ardından bugün hala ''İstanbul Şehir Tiyatroları'' olarak adını sürdüren o dönemin ''Darülbedayi'' adındaki sanat okulunun sınavına girerek 10 Kasım 1918'de bu sanat merkezinde eğitim görmeye hak kazandı. Müslüman kadınların sahneye çıkması bu dönemde halen hoş görülmemekteydi. Darülbedayi, Müslüman kadınların sadece kadınlara özel gösterimler yapılacağını belirterek Müslüman kadınları da bünyesine aldı. Afife Jale, bu sanat merkezine kabul edilen 5 Müslüman kadından biri idi. Diğer Hanımlardan üçü bu kursu bıraktılar. Refika Hanım, Suflör olarak sanat merkezinin korosunda yer aldı. Afife Hanım ise ''Mülazim artistlik'' (Stajer oyuncu) kadrosuna girdi. Daha sonraki yıllarda Jale, oyunların provalarına katılmasına rağmen uzun süre herhangi bir oyunda yer almadı. 13 Nisan 1919 gecesi Kadıköy'deki Apollon Sineması'nda ilk gösterimi yapılacak olan, Hüseyin Suat'ın ''Yamalar'' adlı oyununda, Emel rolünü oynayan Eliza Binemeciyan'ın Paris'e gidişi üzerine onun yerine “Jale” takma adı ile sahneye çıktı. Böylece sahneye çıkan ilk Müslüman Türk kadını olarak tarihe geçti. O günden sonra Afife Jale olarak anıldı. 
 Jale, ilk oyunundan bir hafta sonra ''Tatlı Sır'' adlı başka bir oyunda yer aldı ve bunun sonucunda polis tarafından tutuklanmak istendi. Ermeni kökenli Türk tiyatro oyuncusu Kınar Hanım yardımıyla kaçtı. Üçüncü oyunu olan ''Odalık'' oynanırken tiyatro polis tarafından basıldı ve tutuklanmamak için kaçmak zorunda kaldı. Babası Hidayet Bey'de kızının tiyatro oyuncusu olmasına karşıydı. Afife Hanım büyük zorluklar çekerek aldığı eğitime, büyük zorluklarla yer aldığı üç tiyatro oyununa rağmen mesleği bırakmakla karşı karşıya kaldı. Dönemin İçişleri Bakanlığı olan Dahiliye Nezareti, Müslüman kadınların kesinlikle sahneye çıkmaması üzerine verdiği bildiriden sonra Afife Hanımın resmen iş hayatı son buldu.  Yaşadığı sıkıntılardan dolayı Afife Hanımın devamlı başı ağrısı çekmesi üzerine doktorlar morfin tedavisi uyguladılar. Fakat bu tedavi sürecinde Afife Hanım morfin bağımlısı oldu. 

Birkaç yıl sonra Burhanettin Tepsi Kumpanyası ile Anadolu'da turneye çıktı. 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti'nin ilanı üzerine yeni rejim Türk kadınlarının sahneye çıkmasının önündeki engeller kaldırılmış; sahnelerde ve çeşitli eğitim, öğretim, sanat, bilim alanlarında kadınlar desteklenmiştir. Ancak morfin bağımlılığı yüzünden Afife Hanımın sağlığı git gide kötüledi ve sağlık problemlerinden dolayı tiyatroyu bırakmak zorunda kaldı. 

1928 yılında gittiği bir Hafız Burhan konserinde ona tamburuyla eşlik eden Selahattin Pınar ile tanıştı. 1929 yılında evlendiler. Selahattin Pınar, Klasik Türk Müziği Bestecisidir. ''Anladım Beni Sen Sevmeyeceksin Beni Sen Nazlı Çiçek'' adındaki bestesini Afife Jale için yaptığı söylenmektedir. Pınar'ın bestekarlığını yaptığı parçalar Zeki Müren, Müzeyyen Senar gibi isimler tarafından okunmuştur. Fakat Afife Hanımın morfin bağımlılığı yüzünden evlilikleri zarar görmeye başlamış ve 1935 yılında boşandılar.

Afife Jale, uyuşturucu bağımlılığından maalesef kurtulamamış, son yıllarını tiyatrodan dostlarının yatırdığı Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nde geçirdi. Hastanenin morfimanlar koğuşuğunda 24 Temmuz 1941'de vefat etti. Kabri Kazlıçeşme Mezarlığında bulunmaktadır. 
1997 yılından bu yana oyuncunun anısına Yapı Kredi tarafından Afife Tiyatro Ödülleri düzenlenmektedir.